Küheylan ve İnanma Psikolojisi

Paylaş

Adana Devlet Tiyatrosu’nda izlemiştim Küheylan oyununu bir grup güzel dostla birlikte. Equus’un heybetinin etkisiyle oyunun vermeye çalıştıklarından çok bizim ne aldığımızı konuşuyorduk. Daha en başta ateist bir babanın baskıcı, aşağılayıcı, muhalif tavırları sinirleri geriyor. Mesaj burada saklı değildir umarım diye düşünürken oğlunun kafasını korkunç dini motiflerle dolduran dindar bir annenin varlığı durumu eşitliyor.

 Bu tarz hem nalına hem mıhına durumları çok da sevmem aslında. Bazen herkesi karşına alıp dosdoğru söyleme cesareti göstermek lazım. Bu tarz bir endişe mi taşıyorlar acaba diye düşünürken inanç kimliğinizin çocuk yetiştirmekte çok da önemli olmadığını, asıl önemli olanın doğrularınızı ona nasıl verdiğiniz olduğunu kavrıyorum.
 
Muhteşem efektleriyle oyun sürüyor. Dindar annenin çocuğun odasına astığı İsa fotoğrafı oradan kaldırılıyor. Fotoğrafa bağlanmış çocuğu teselli etmek adına yerine bir at fotoğrafı asılıyor, herhangi bir at. Çocuk bu sefer ona bağlanıyor. Bu bağlanma zamanla aşırılığa kaçıyor, tapınmaya kadar varıyor. 
 
 İnanma psikolojisi üzerine düşünmeye zorluyor beni oyun. Çocuğun Tanrısı alınmış yerine başka bir Tanrı konmuş. Orada asılı olan at değil de başka bir şey olsaydı çocuk yine asılana bağlanacak mıydı? Sanırım evet, bağlanacaktı. İnanmaya, evdeki kaostan onu kurtaracak bir şeye sarılacaktı. 
 
Arkadaşım “Allah, Tanrı gibi kavramlara inanmıyorsanız yerine başka bir şey koyar, inanma ihtiyacınızı bir şekilde giderirsiniz.” demişti. Şu ana kadar hiç de hemfikir olmadığım bu konuda haklı olabilir miydi? Çocuk neden duvarda asılı olan bir ata böylesine tapınma derecesinde bağlanabiliyor? Doğuştan getirdiğimiz, atalarımızdan bize miras kalmış bir psiko durumu olduğu için bir şeylere inanma ihtiyacı mı hissediyoruz? Olay bu kadar basit olmamalı, öyleyse bile bu ihtiyaç neden diye düşünüyorum? Kendimizden yüce bir varlığa inanmak bizi rahatlatıyor, pek çok baskı veren durumlardan kurtulmamızı sağlıyor, baş etmekte zorlandığımız onca kaza beladan sağ çıkmamıza neden oluyor. 
 
 Michael Shermer’ın yaptığı açıklamalar geliyor aklıma. Ona göre inanmak rahatlatıcı, inanmamak ise rahatsızlık vericidir. Gerçi o bu çıkarımı bambaşka bir durum için yapmış. Baş edemediğimiz durumlarda ya da cevaplayamadığımız sorularda bir yaratıcıya inanmak ve ona teslim olmak cidden insanı rahatlatırken inanmamak insanı bitmez tükenmez sorulara, cevapsız kalmanın neden olduğu rahatsızlıklara itiyor. Bu kesinlikle hemfikir olduğum bir çıkarım. Ama benim düşündüğüm durum bu değil. 
 
 İnsan neden inanmak ihtiyacı duyar? Freud’un dediği gibi otoriter babayla ona karşı gelen oğulun uzlaşması mı yoksa? Freud’a göre Tanrı, otoriter babanın yansımasıdır. 
 
Bu fikir çok büyük ihtimalle Hıristiyanlıktaki Tanrı-Baba olgusunun etkisiyle biçimlenmişti ve oradan yola çıkılarak söylenmiş. Tanrılaştırılan Baba ya da Babalaştırılan Tanrı. Bu önemli psikanaliste göre baba klanın başıdır, otoriterdir ve tüm kadınlar onun sorumluluğundadır. Oğullar onun rakibidir. Otoriter babayı tahrik ettikleri bir durumda – ki bu onun kurallarına karşı gelen kullar- klandan kovulurlar, dışlanırlar, hadım edilirler ve hatta öldürülürler. Kurtulan oğullar yeni bir klan kurar ve en güçlüsü otorite olur ve bu böyle devam eder. İşte bu noktada oğlun rahatsızlığı başlar, kendi içinde bir uzlaşma yolu arar. Baba kıskanç, korkunç, ama gizemli ve güçlüdür de. Oğul sonunda onu Tanrılaştırır ve kendi içinde kendini bu yolla affetme yoluna gider.
 
  Ama pek çok durumda olduğu gibi bu noktada da en belirleyici rolü toplum oynuyor. İçinde bulunduğunuz kültürel öğelerden etkileniyor ve ona göre şekilleniyorsunuz. Ateist bir adada doğduysanız yine aynı inanma ihtiyacını duyar mısınız?

Bilgilerin Adem ve Havva ile birlikte yeryüzüne indiğine inanmayan düşünür ve bilim adamları inanma ihtiyacını doğanın etkisinde kalan insanların tüm bu düzeni kuran, işleten hepsinden daha güçlü bir varlığın olabileceği düşüncesinden çıktığını söylerler.
 
  Doğayı gözlemleyen insanlar özellikle bir bitkinin topraktan çıkması, yeşermesi, çiçeklenmesi, solması, kuruması ve ardından bir süre sonra aynı döngüde tekrar etmesiyle birlikte kendilerini doğadan farklı görmedikleri için insanlar için de böyle olabileceğini düşündü. Onlar da doğuyor, büyüyor, yaşlanıyor ve ölüyor tıpkı doğadaki herhangi bir bitki gibi. O zaman devamı da niye onlarınki gibi olmasındı? 
 
 Onlar tekrar ortaya çıkıp yeşerdiklerine göre insanlar da öldükten sonra tekrar dirilebilirlerdi pekala? Tüm bunlara inandıktan sonra peki ama nasıl sorusuna cevap arayan ilkel toplumlar insan, bitki ve hayvanların hiçbirinde bu gücün olmadığını anlayıp doğaüstü güçlere yönelirler ve bir sürü tanrılar edinirler. Ama Neopolitik çağlardan önce tanrıça heykelleri vardır ve insanlar daha tarım toplumuna geçmemişlerdi bile.
 
  O zaman?
 

ayseaksayy@hotmail.com

Yorum

Bu Habere Yorum Yaz

Yorumunuz Editörlerimiz tarafından kontrol edildikten sonra yayınlanacaktır.*