Mektup
-Eylül?
Telefon kapandı. Geri mi aramalıydım? Derken tekrar çaldı…
-Eylül sensin değil mi?
-Nasılsın?
Eylül’ün sesi titriyordu. Nasılsını bile zorla diyebilmişti. Nasılsın sorusunun cevabı birkaç gün sürebilirdi ve şu an pek de önemli değildi. Tek kelime cevap vermeden soruyla karşılık verdim hemen.
-Sen nasılsın? Kötü bir şey yok ya…
Ne kadar da çok canımı yaksa, Eylül’e bir şey olmuş olsa ortalığı yakardım. O da düşman olsak beni arardı muhtemelen hala, başı sıkışmışsa… Garip bir tedirginlik almıştı içimi. Şükür ki kötü bir şey yoktu. Eylül titreyen sesini gözyaşlarına bıraktı sonunda;
-Çok özledim seni. Dayanamıyorum. Sensiz olamam ben. Saçmalıyorum. Her yerde sen varsın, her gün aklımdasın. Kopsun kıyamet ve ne olacaksa olsun. Ben sana aidim. Ne kadar yaşarım bilmem ama hala istiyorsan beni; bil ki bu yaşamımın ilk saatleri. Ve ben; son günüme dek gözlerinin değdiği yerde yaşamak istiyorum. Sana bakarak yaşlanmazsam hiçbir yaşımın anlamı olmayacak. Öyle çok istiyorum ki seni; başka hiçbir şey istemiyorum. Her gece senden kurtulmak için dua ediyor; duamın sonunda yine seni diliyorum. Seni geri istiyorum; sen olmalısın yanımda; sonsuza dek!
Ayların ağırlığını alıyordu Eylül’ün cümleleri üzerimden… Benim de yaş iniyordu gözümden ama bu kez zafer gözyaşlarıydı yanağıma inen. Anlamıştı, kimse ama kimse; nefes alan ya da nefes alışı durmuş olan her kimse ve de hiç kimse onu ben gibi; sadece o olduğu için sevemezdi. Ona dünyaları verse ben gibi mutlu edemezdi. Aşk; "Anlatamadığın Şeyler Karmaşası’nın" baş harflerinden mütevellitti. Tevafuktu belki ama yine de tahammüldü ve affetmekti. Başkası yapınca boğazına sarılacağın şeye, o yapınca gülüp geçmekti. Cefasını çekmek ve sefasını beklememekti. Dudakların oynamadan seni seviyorum diyemiyorsan, anlattıklarını biri anlayabiliyorsa seni yargılamadan, nasıl yani demiyorsa ve eleştirmiyorsa seni anlattıklarından; o aşk değildi. Haykırmak istiyordum. Hepiniz yanıldınız. Benim o işte. Benim kaldı işte. Söylemiştim yapamaz bensiz. Biz canımızı koyduk birbirimiz önüne, gurur nedir ki be? Gizem! Duydun mu; söyledi mi dediğin her şeyi tek tek söyledi ömrümün geri kalanının yegane sahibi... O dokunmaz başka birine ben diye. Hatta eminim hiç düşünmedi bile, hırsından söyledi. Beni aranje edemez hiç kimseyle. Her hücremin zarı o benim; dağılırım o olmazsa ve her hücresine duvarım onun, kimse onu koruyamaz ben gibi canı pahasına; asla! Biz kazandık. Her sabah o olacak yanımda. Birlikte yapacağımız şeyler listesi çok uzun daha. Daha defalarca öpecek beni ‘kanım kaynadı’ diyip uluorta. Tüm dünyayı gezeceğiz dünyamla ve fısıldayacağım her bir ülke gezisinin sonunda; burada da sana benzer tek şey sensin tek tanem diye; dudaklarım, saçlarının arasında. Her gördüğümüz rüzgar gülünde başını omuzlarıma koyacak. Boşuna yok olmamalıydık; duysun herkes, olmadık da. Sonuna kadar getirdik, sonunu da… Şimdi kim ne isterse düşünsün, alıp sonucuna bakmayı unuttuğum milli piyango bileti kadar umurumda. Yeryüzünde yanında olmaktan en çok tat aldığım hep yanımda. Bundan sonrası yokuş aşağı. Aileler nasılsa alışacak; bak burada Gizem biraz haklı. Zaten tam bir aile olmadan, bizden olan huysuz çocuklara bakmak pek mümkün olmayacak aslında. Kimsenin durmadığı tepelerden denizi izleyeceğiz, indirimden aldığımız sandalyelerimizle ve yine yaş ortalaması yetmişin üzerinde olan bir fasıl grubuna dahil olup bilmediğimiz bir türkü söyleyeceğiz yine. Kameraya alanlar beni de çekecek ‘grup teneşir’in üyesi diye ve benimle tüm gece dalga geçecek eşek sıpası yaşlısın sen de diye. Her günün son cümlesinde "seninim ben" diye yemin edecek, sadece benim işiteceğim bir ses tonuyla. Adalara karşı, hem çay yapan hem tuvaletin işletmesine bakan, belediyenin banklarını zimmetine geçirmiş adamın çayını içeceğiz ve tabi her fırsat bulduğumuzda adalara gidip bir Gökhan Türkmen şarkısında dans edeceğiz. Uyanınca eskisi gibi üzerine bakacağım gecenin bir yarısı; açmış mı üzerini diye ‘huzursuz bacak’ ; sonra ben üstünü örttükçe homurdanacak yine; -çok sıcak burası- aşkların en sarılınası, ömürlük sahip çıkılası. Ben bakacağım hastayken ona. Sarılınca yine geçecek düzenli tariflediği baş ağrıları. Sağ omzumda uyuyacak yine, başına omzumda yer ararcasına ve jelatinöz bir madde var sandığı omzumda sert sert vurup başını yer açarcasına… Gece üşüdüğümde camı açık bulacağım ve söyleneceğim sonrasında, bir fırsatını bulup yine açmış camı diye. Sonra numaradan uyumaya devam edecek küçük bir tebessümle. Kıyamayıp burnumu koyacağım dudaklarının köşesine; onun sıcaklığıyla uyuyacak nefesimi içime iyice çekip, nefesini göğüs kafesime hapsedercesine. Her gün ve her gece dua edip şükredeceğiz Allah’a; bizi birbirimize verdin, ayırma n’olur diye…
Hadi artık dönelim mi gerçeğe? Biz Eylül’le "biz" iken bile, nadir birkaç durum dışında Eylül hep sabırla beklerdi ben arayayım onu diye. Bilirim aramak isterdi hatta her barıştığımızda bunu defalarca düşündüğünü söylerdi ama yine de beklerdi. Yani Eylül beni bundan sonra aramazdı ve benimde tüm kozlarım, tüm bahanelerim ve son günlerde tüm hevesim tükenmişti. Kabullenemesem de, hayatımda Eylül’ün oynadığı sahnenin perdesi en yukardan büyük bir hızla zemine inmişti.
Balkondan telefonuma doğru yürüdüm. Hastaneden olabilir miydi? Umarım gitmem gerekmez diye düşündüm. Arayan Mehmet’di. Daha önce birkaç kez ulaşmaya çalışmıştım ve bana dönmemişti. Mehmet Eylül’le aynı yerde çalışan bir önceki hastaneden ortak arkadaşımızdı. Fena çocuk da değildi. Herkes az çok Mehmet’i severdi.
-Hayırdır Mehmet ulaşamadım iki gündür sana. Bir sorun mu var?
Mehmet bir şeyler anlatıyor ama bir türlü konuya gelemiyordu. O kadar soğuk ve rutinimiz dışında konuşuyordu ki, bir sorun olduğu barizdi. Bir ara hiçbir şey söylemeden kapatacak oldu. Ben ısrar edince ağzındaki baklayı eline alıp yüzüme yapıştırdı.
-Eylül’le konuştum, benim için söylediklerini anlattı dedi; ayrıntı da verdi.
Söyledikleri kısmen doğruydu. Mehmet’i Eylül’e eleştirmiştim ama son derece masumaneydi. Karı-koca dialoğu – tamam tamam dedikodusu- gibi bir şeydi. Birkaçı Eylül ile son konuşmaya çalıştığımda; birkaçı ise aylar öncesinde uykuya geçmeden, ruhumun kendi diliyle ve yanındakine güveniyle ettiği o günün son kelimeleriydi. İnanamadım anlatmış olduğuna. Mehmet öyle kırgın bir sesle anlatıyordu ki ve diyebilecek o kadar büyük bir hiçbir şey kalmıştı ki bana…
-Sen benim sana anlattığım sırrımı nasıl söylersin ona? Yakıştı mı sana?
-Doğru anlattım. Bunların bir kısmını söyledim; kusura bakma abi.
Diyeceklerim bundan ibaret oldu. Telefonu kapadık. Mehmet’i gerçekten severdim. Kalakaldım oda da. Ne gerek vardı artık bunlara. Nefes alamadım, balkonun eşiğine yürüdüm. Bu neyin öfkesiydi. Ondan kopmaya çalışıyor ve hiçbir şey yapmıyordum oysa. Sustukça; yaptıklarımdan daha fazla yapmadıklarım üzerime yapışıyordu da; buna bile alışmıştım aslında. Beni her arayana; hata varsa benimdir diyordum. O ne söylediyse doğrudur. Oysa Eylül sürekli yalan söylüyordu. Üstelik o kadar kolay yapabiliyordu ki bunu, acaba anlattıklarına kendide inanıyor mu diye düşünüyordum. En çok da, benimleyken bana söyledikleri de yalan mıydı diyordum. Bana seninle öğrendim dediklerini benden önce de mi yaşamıştı yoksa? Benden sonra hayatına birini alınca ona da yalanlar mı söyleyecekti? Gerçekleri anlatsa ve biri bunu kabul etse Eylül o adamın gerçek niyetini bilebilecek miydi? Beni anlattığı bir adam ona tamam dese bile içi rahat edebilecek miydi? Eylül bunu kabul eden biriyle yapabilir miydi?
Olaylar dizesinden kurtulmak için beni topuyla tüfeğiyle suçluyordu. Oysa kimsenin umurunda değildik, görmüyordu. Yine de aslında ispat edebileceğim ama ona kıyamayacağımı bildiği yalanlar söylüyordu. Bir gün onu suçlayıp ispata kalkışır mıyım-diye insanların gözünde başka bir ben figürü çizmeye çalışıyordu. Sanki biz hiçbir şey yaşamadık, benim arkadaşlarıma anlattıklarım –ki yaşananların yarısı bile değildir- benim hayal ürünlerim izlenimi veriyordu. Ah Eylül! Nasıl da canını acıtacak bunlar gelince aklın başına. O kadar üzülmüştüm ki dizlerimin üstüne çöktüm. Sinirden titriyordum. Ağzımda hep aynı replik; gerek var mıydı bunlara? Son bir öpücüğü bile yakıştıramamıştı bana. Gizem’e mesaj attım çaresizce, ölüyor gibi hissediyordum…
-Uyumadıysan lobiye inelim mi biraz Gizem?
Odalarımız yan yanaydı. Bir dakika oldu olmadı odamın kapısı çalındı. Doğrulup açtım kapıyı. Gizem yarı uykulu; önce gözlerini ovuşturup sonra bir eliyle saçlarını karıştırdı;
-Ne oldu ya? Beni mi özledin yoksa?
Gözümden yaşlar iniyordu. Yüzüme bakınca hissetti. Dalga geçmeyi bırakıp eliyle gözlerimi ve yanağımı sildi. Cevabımı beklemeden devam etti sonrasında;
-Geç bakayım içeri. N’oldu ya yine?
Anlattım. Anlattıkça yüzüm ıslanıyordu. Engel olamıyordum. Artık çok yorulmuştum. Dayanamıyordum. Bunları neden yapıyordu. Ben neden böyle acımasız olamıyordum. Bu nefretin bu kahrolası gururun arkasında ki neydi? Beni bir kahve falına terk edecek kadar mı sevmişti? Açıklaması bile olmadan, beni doğru dürüst dinlemeden gitmişti. Şimdi elinde kalan bahaneleri yeni mi aklına gelmişti? Daha ne istiyordu benden? İnsan önceden seviyor olduğu birine bunları yapabilir miydi? Demek ki her şey sahteydi! Gizem’de sinirlenmişti;
-Ara onu. Bu nasıl bir saçmalık? Yeter de. Dursun artık.
Konuşabilir miydik? Belki de anlatılanlar anlatıldığı gibi bile değildi. Birini suçlarken kesinlikle suçlamadan önce dinlemeliydi. Mesaj attım Eylül’e; konuşalım diye. Dönmedi bana. Sonra bir mail yazdım. Beni suçladığı her şeyin cevabını da içine kattım, zaten Allah yukarıda, yardım etmişti ummadığım şekilde bana ve kendimi aklamıştım… Bu ona son cümlelerim olabilirdi, çok fazla kırgındım, yine de kırmamaya çalışıyordum ve beynimden daha yumuşak yazıyordu ellerim bu nedenle. Bana yaptığı hiçbir şeyin bir açıklaması yoktu ve bahanesi kalmamıştı arkasına sığınacağı. Muhtemelen bu yüzden konuşmak istemiyordu. Bense sanki suçlu benmişim gibi yemin ediyordum ona Allah’ın adıyla ‘Sana geldim Eylül, sadece ve yalnızca senin olmaya!’ Yaptığı şeyin bir adı varsa da gurur olamazdı; çünkü o, etrafına ufukta bir ümit mutluluk bulur muyum diye dileniyordu. Her gelen birliktelik teklifini anlatıyordu gururla etrafına. Şu çok eleştirdiğim evlilik programlarının iyi yanları da var aslında. Kadın ulan herhalde dediğin adaya; otuz tane adam geliyor talip diye. Ah Eylül! Kaç kişinin seni istediği önemli mi sanki? Önemli mi kim oldukları, meslekleri, görselliği ya da her neyse? Söylesene; kalbinin istediği adam onlardan biri mi? Aynı mı olacak her şey sanıyorsun seneler sonrasında? Bizim i gibi bir iletişimin olacak mı; anlayabilirler mi ya da seni ben gibi, hepsi toplansa da kurul olsa? Neden tutarsın, niye biriktirirsin amaçlarının ne olduğu belli leş kargalarını etrafında. Yazık olmadı mı bize! Yıpranmadık mı yeterince? Değdi mi söyle Allah aşkına. Kapına kadar gelmiştim ömürlük ve sadece senin olmaya. Kim bunlar Eylül ne istiyorlar senden? Bahsetmedin mi onlara bizden? Maile cevap yazdı Eylül liseli bir kız edasıyla; düş yakamdan… Ben yakandan düşmüştüm de sen hiç böyle düşmemiştin gözümden.
Önceleri kıskandırmak için yaptığını düşündüğüm sosyal medya saçmalıkları da çok sevimsizleşmişti Eylül’ün artık. Kıskanıyordum önceleri, ama sadece ben görmüyordum onları. Kendini düşürüyordu ve farkında bile değildi. Etrafında nasıl ona kimse bunu söylemezdi; mesela deli gibi bana karşı çıkan ailesi... O bir arayış içinde değildi, nasıl böyle iğrenç lanse edilmesine izin verebilirdi. O aşk arayan yumurtalıklarımın rezervi azalıyor kızı modeli olamazdı; benim Eylül’üm hanımefendi diye tanınırdı. En sonunda epeyce alıştırdı beni. Kıskançlık duygumda duyarsızlık gelişmişti. İşte o an, anladım ki artık sarılsak da geçmeyecek. İlk kez böyle oluyordu; ne garip… Beynimin onu düşünen kıvrımları yaraydı sanki ve ona yazan ellerimi durdurmak üzereydi. Uzun teselliler ve ilk yaşadığım şoku atmama destek olduktan sonra, uzun bir sessizlik üzerine ve konu kısmen başka bir yere gitsin diye konuştu Gizem;
-Eylül’ü göstersene bana.
Gizem’in ilk kez böyle bir talebi olmuştu. Biraz tereddüt ettim ama Eylül’ün sosyal medyadaki fotoğraflarını gösterdim ona. Utandım da biraz. Seçmeye çalışıyordum göstereceklerimi. Bazılarını göresim yoktu. Birçoğu fazlasıyla çocuksuydu? Hep acaba annem-babam da merak edip onun hesabına bakmış mıdırlar diyordum kendi kendime, aksine dua ederekten. Vazgeçemiyordum ama sebebi nedenimin olmayışı değildi. O kadar çok seversiniz ki bazen sevginizden büyük neden bulamazsınız, sizi vazgeçirebilecek belki.
Gizem elinin ayasını alnına koyup, dirseğini dışarı çıkararak; Türk filmlerindeki çingene kadınların numaradan bayıldıkları sahneyi hatırlatırcasına;
-Aayyyyyy. Çok başarısız kıskandırma girişimleri. Sen hala ufaklık de bana! Ağdacısında mı tanışmış bu çocuklarla…
-Öyle deme dedim. Herkesin alıcısı var ve yaradanı ortak. Yakışıklı bir adamla, çok çirkin bir adam arasında ki tek fark, yirmi - otuz yıllık bir emanetten ibaret.
Mesele yanındakinin kim olduğu ya da görselliğinin hangi düzeyde olduğu değildi. Belki Eylül benden birçok açıdan daha üstün biriyle birlikte olacaktı. Daha zengin, daha kariyerli, daha yakışıklı… Ve anlayacaktı; geç kalmış olarak anlayacak; hiçbiri bir ben olmayacaktı. Her yenilişinde, her gözyaşında, her kestane ya da Chanel parfüm kokusunda, her tatil yolculuğunda beni anımsayacaktı… Kahretsin, biliyorum; pişman olacaktı, pişman olacak!
Bizi hızla ve tarifsiz bir hırsla yok ediyordu. Bunu istiyorsa doğru yoldaydı çünkü artık mücadele edemiyordum. Onu mutlu ederim diye sakladığım gücüm dahil tükenmiştik. Çok fazla kanayan yaram vardı ve üzerine basacak sadece iki elim. Onun yükünü de almıştım üzerime direnebilir miyim diye. Bize yazdığı sonlar ağır gelmişti omuzlarıma. Becerememiş ve pes etmek üzereydim sonunda. Şimdi düşünüyorum da belki de zorla itildiğim ‘son’ da, onunla olmayı bırakıp mücadelemi acıma döndürürken –yaşayabilmek adına- , destek oldu yaptıkları bana.
Tek dakika uyumadan ve dakikaların çoğunda tek kelime konuşmadan yanımda kaldı sabaha kadar Gizem.
-Geldiğine pişman oldun Gizem değil mi? Uykusuz bıraktım seni de.
-Gülerken iyi, dertleşince pişman öyle mi… Sen ne zannediyorsun beni?
Boğazıma dizilen kahvaltı, üzerime çöken Cumartesi, Gizem’i de üzmenin ve mutsuzluğuna sebep olmanın ve engel olmak adına hiçbir şey yapamamazlığın içimdeki garip telaşesi, uyumakla bayılmak arası hatırlamadığım birkaç saat içeren otel odasında, Gizem’i zorla odasına gönderip uyumaya ikna ettiğim Cumartesi gecesi…
Ve Gizem’in gitme vakti gelmişti. Sarı sıfır kol bir t-shirt, taşlanmış açık mavi İspanyol paça bir kot, beyaz; mavi çizgili spor ayakkabıları, yenilenmiş gülüşüyle, kapıyı açınca bana ben gibi bağıran küçük cadı;
-Hadi şapşal! İyisin, kurtuluyorsun bugün benden…
Kahvaltı sonrası otogara gittik. Otobüse bindi hala şebeklik yapıyordu otobüsün camından bana gülümser miyim umuduyla. Son derece içimden gelerek hareket etmek üzere olan otobüse attım kendimi.
-Gizem; minnettarım sana.
Gülümsedi yine artık tanıdık gamzesiyle…
-Öyle kuru kuruya olmaz o. Bir bedeli olmalı.
-Ne yapmalıyım peki?
-Kitabını tamamla. İlk baskısını al; kitap çıktıktan sonra ki ilk hafta sonu; iade-i ziyaretle hepsini baştan sona oku bana...
-Arkadaşım gidiyoruz artık! İnmeyecek misin?
Gizem gitmişti. İki zor gün geçmişti ve Gizem tüm içtenliğiyle kısmen de olsa beni tolere etmişti. Arabama yürüdüm. Merkezden çalıştığım ilçeye dönecektim. Yüzümde aptal bir tebessüm bırakmıştı Gizem; Eylül’ün içime bıraktığının aksine. Hemen hemen yarım saat geçmişti. Mesaj geldi telefonuma. Gizem’di!
‘’Ceketinin cebine baktın mı? Söylemeyeceğim de o dağınıklıkla bir yıla bulamazsın sen’’ yazıyordu. Elimi cebime attım. Küçük yeşil bir zarf vardı. İçinde orta boy not defterinin sayfalarına hatasız yazılmış birkaç kağıt duruyordu. Arabamı sağa çektim, kağıtlarda kelimesi kelimesine şöyle yazıyordu…
Devam edecek
Dr. Yunus Emre Purut
Yorum