PUSULA

Paylaş

-Ben altı yaşındayken sen daha doğmamıştın bile !

 
-Buysa derdin telafi ederim…
 
-Nasıl yapacaksın?
 
-Seni her sene; eksik sevildiğim altı sene kadar çok seveceğim… Son nefesime kadar hem de; yemin ederim!
 
2010 Mart’tı… Avuçlarıma baktım; sızlıyorlardı. Kendine iyi bak bile diyemeden nasılda avuçlarımdan kaydı. Kokladım avuçlarımı -biçare- kalmış mıdır kokusu diye bir yerlerde. Yoktu… Bana gel diye; parşömen kağıdından dikenli tellerle çevrili köprüler yapmıştı; göre göre yola çıkmıştım da yarıyı bulmadan yağmur olup üzerime yağmıştı. Düşmemiştim, düşmemiş! Lakin tutunduğum tellerden ellerim kan içinde kalmıştı. And olsun ellerim içimden daha az acımıştı.
 
İçimdeki çocuğa ilişti gözlerim; boynunda bir halat ayakları yerden yukardaydı. Ellerim sık sık başımı alıyordu aralarına sıkıca. Fırtına dinsin diye mi; onlu düşünceler biraz olsun dursun diye mi bilmem . Öyle şeyler yaptı ki, sözlerinin ayarı, tüm hikayenin tadı kaçtı. Sabrımın triger kayışı koptu; gitmek isteyene engel olunmazdı, zaten ne gidişinin bir nedeni ; ne dönüşünün ihtimali vardı. Tabii ki güzel anılarımız diğerlerinden sayıca oldukça çoktu ve bunların hiçbiri onun aklında yoktu… Tek bir eksiğimiz vardı; o diye tanıdığım, onunla bildiğim hiçbir şey artık onda yoktu. Ve bu muhtemelen hikayemize yazılmış en kötü sondu; gitmişti ve başka açıklaması yoktu… Fotoğrafını alıyordum karşıma her gün seninle gelmişim bende; beraber terk etmişiz beni Eylül diyordum ve o hiç duymuyordu.  Hayat sınav deyip duruyordu; elleri cebinde sınavına –bize- arkasını dönmüş, mücadele ettiğini sanıyordu, kaçıyordu. Sınav dik durmaktı, o kolay olanı sınav sanıyordu. Her gün ötekinden daha uzaktık birbirimize. Gerçekten yaşayabilir miydi ya da dokunabilir miydi ben aklına gelmeden başka birisine…
 
İçimi döktüklerimin çoğu döküntü zannediyordu beni … İçimin geri dönüşüm kutusu bile dolmuştu nerdeyse. Geçmiş bir türlü geçmiş olmuyordu; kimse elimi geçmiş olsun diye sıkmıyor… Bitmiyordu, bitmiyordu. Hala haykırıyordum oysa, denemiştim de defalarca ama yine bilmişti Shakespeare; hiç kimse duymak istemeyen biri kadar sağır olmuyordu! Omuzlarımın aşağıyı gösteren açısı, dik tutmaya çalıştığım başımla sık sık alay ediyordu. Hiçbir şey yapmadan yoruldunuz mu hiç –düşünerek sadece-  emin olun yaptığınız hiçbir şey düşünmek kadar saçınızdan tırnağınıza her zerrenizi yoramaz. Hayat kısaydı oysa ve yaprak gibiydi insanoğlu; topraktan beslenip toprağa diklenip sonra toprağa düşüp ölüyordu. Ölüm bile mutlu yaşayanı erken; içi yananı geç mi ziyaret ediyordu? Her sabah birileri günaydın diyordu da bana gün neden bir türlü aymıyor ya da kafamın içindekilerine kalbim neden bir türlü aymıyor; neden hükmünü değiştirmiyor, kalemini kırmıyordu? İnsanın neden midesi kusuyordu da beyni içindekileri kusmuyordu?
 
İş dışında en iyi geçen zaman uyuyakaldığım birkaç saat oluyordu. Umut dolu bana bakan hastalarıma acı dolu bakıyordum. Kendim dahil kimseye faydam olmuyordu. Kabus görmezsem şanslı hissediyordum da şansım pek yaver gitmiyordu… Perşembe akşamı; yine bir kabus ertesiydi… Saat dokuz olmuştu. Telefonuma baktım. Birkaç numara vardı, konuşacak halim yok. Gidişatını tahmin ettiğim tüm konuşmaları eledim; bir de bilmediğim numara vardı. İşle ilgilidir diye arayıverdim uyku sersemliğiyle hemen bilmediğim numarayı. İnsanın içinde aptal bir kelebek uçuyor nedense numarayı bilmeyince… Sanki telefonun diğer ucunda onun sesiyle biri alo diyecek diye… Sonra da kelebeğin kanatları kopuyor işitilen ilk kelimeyle genelde. Düşünürken böyle; benim sesime inat taptaze bir sesle adımı duydum kulaklarımda. Tanımamıştım ama sormamıştım da; tanımadın değil mi diyene kadar. Arayan Gizem’di. Gizem ben İstanbul’a yeni gittiğimde Kadıköy’de bir kahveye ödenecek en büyük parayı ödeyip bir de deli gibi sıra bekleyip sonra da oturmak için yer gözlediğim bir kahve dükkanında, elimde tıp kitabını görerek siz doktorsunuz değil mi diyerek hiç sormadan karşıma oturan; kahvesini yudumlarken şaşkın bakışlarıma omuzlarıyla cevap verip başka yer yok oturabilirim değil mi diye soran yeni tıbbiyeli olmuş, güzel bir kızdı… Yani öyle hatırlıyorum. O daha dün gibi anlatıyor ben anımsamaya çalışıyordum. Kitabını okudum dedi. Birkaç şey söylemeye çalıştım ama uyku sersemi hem saçmalıyor hem neden aradığını anlamaya çalışıyordum.
 
-Biliyor musun? Sizin oralara atandım…
 
Zaman ne kadar hızlı geçiyordu. Gizem doktor olmuştu. Mecburi hizmet kurası da benim memleketime yakın bir yere çıkmış. Telefonumu nasıl buldun bile diyemeden bana artarda sorular sordu. Birini cevaplamaya çalışırken diğeri, derken bir tane daha… Ve sonunda çok şükür durdu…
 
-İyi misin sen?
 
Sustum… Yok değilsin dedi. N’oldu anlatsana?
 
Uzun zamandır kimseyle konuşmamıştım. Anlatmak ihtiyacı duymak diye bir şey vardır ya; son raddesindeydim. Onun ilk tanışmamızda yaptığı gibi kırk yıllık dostummuşçasına tüm hikayeyi bir çırpıda anlatıverdim. Tek kelime yorum yapmadan dinledi… En son çok üzmüşler seni dedi. Sustu, düşündü biraz.
 
- İyi ama bir neden yok ki, neden gitti?
 
Bilmiyorum dememe kalmadan devam etti…
 
- Başkası var tabi ki. Bir kızın gözleri bu kadar kapalı, basireti bu kadar bağlanmış olamaz. Saçmalık bu; kesin sebep bir başkası. Hepsi bahane! Görürsün yakında, demedi deme!
 
Günler geçiyordu… Geçsin diye bekliyordum içimdeki acı; bazen hafifliyor ama  geçmiyordu. O nasıl yaptı bilmiyorum ama unutmak imkansızdı… Birkaç ay öncesiyle tek fark Gizem düzenli arıyor ve sabit şeyler söylüyordu...
 
-Kabullenince bitecek; hatırlamayacaksın bile… Merak etme!
 
Sonra şebeklik yapıyordu biraz; iyi bile geliyordu bazen.

Haziran ayı olmuştu. Yine mi Pazartesi diye uyandım. Pazartesiyi de sendrom yaptılar bize diye söylendim sonra kendime. Bir sürü insan bir sürü cümle… Saat öğleden sonra iki olmuştu. Telefon çaldı, servisten arıyorlardı... Hemşire hanım şaşkın bir sesle; ‘Doktor bey; misafiriniz var.’ dedi.

 
-Kimmiş?
 
-Bir bayan. Doktor arkadaşınızmış…
 
Kanım dondu. Eylül olabilir miydi? Başka kim olacaktı. Kırmıştı sonunda gururunu. Anlamıştı beni. Ne demeliydim. Çok özlemiştim; çok kırgındım… Yukarıya merdivenleri ne yapacağıma karar bile vermeden uçarak çıktım… Görünce içimden nasıl geliyorsa öyle davranacaktım. Sonunda beni anlamıştı. Mucize; peygamberlere özgü olmasa doğru kelime olurdu. Hiç tahmin edememiştim, ilk kez şaşırtmıştı beni ve böyle şeyler hep beklemediğin anda olurdu. Birkaç adım vardı hemşire odasına. İçimden kopan kocaman bir bismillah narasıyla girdim kapıdan. Biraz yorgun ama tanıdık tebessümüyle; Eylül aylar sonra karşımda duruyordu. Ellerine dokundum, yüzüne baktım. Hiçbir kötü şey olmamış gibi –eskiden yapılan her kavganın sonunda ki gibi- hissediyordum. Yine önceden onu uyanınca yanımda bulduğumdaki his benzeri içimden bir şeyler kopuyordu. İyice yaklaştım nefesine. Bir tek o böyle değişik ve tarifsiz kokuyordu… Anlatacak oldu. Parmağımı koydum dudaklarına; sonra da dudaklarımı parmağımın yerine…
 
YALAN… Ne yazık ki hiçbiri böyle olmadı. Gelen Eylül bile değildi zira...
 
Hemşire odasına girince şaşırmıştım. Üstelik geleni çok tanıyamamıştım bile…
 
‘Gizem?’ diyebildim ama çekindim de. Siyah diz kapaklarında bir elbise, siyah çoraplar, kırmızı topuklu ayakkabılar, belinde siyah saçlar; sağ yanağı üzerinde kocaman ela gözlerinden sonra dikkat çeken belirgin bir gamze , elbisesinden birkaç ton açık teni, küçücük elleri, hemşire hanımların hoşnut olmamış belki hafif kıskanç –aman duymasınlar- bakışları…
 
-Şaşırdın değil mi?
 
-Ne işin var burada senin?
 
-Ziyarete geldim seni… Önce hoş geldin demeli… Hadi bitir hastalarını; daha gezdireceksin beni.
 
Gizemde ben gibi kelimelerle oynamayı seviyordu; tonlamayı da. Çoğu zaman benden iyi biliyordu ne diyeceğini… Daha hızlı düşünüyordu belli ki. Sonra gözüm sol koluna ilişti. Kolunda bir pusula dövmesi vardı ve altına; ‘Bana masal anlatma; bize masal yaz!’ yazıyordu. Bu benim yazdığım kitabın son cümlesiydi… 

 

Yorum

Bu Habere Yorum Yaz

Yorumunuz Editörlerimiz tarafından kontrol edildikten sonra yayınlanacaktır.*