Gelecek Kelimelerle Kolaj

Paylaş

Dr. Yunus Emre Purutun kaleminden...

Yeşil ışık, dördüncü kez göz kırptığında geçebilmiştim son lambayı… Keşke her vazgeçmemiz gereken, öncesinde birkaç kez uyarsa bizi, yeşil ışık kibarlığıyla; geçiş için birkaç şans daha verse öncesinde. Ya da insanlar son dakika da gişeye yetişen arabayı bekleyen, arabalı vapur vicdanında olsa… Ha deyince zaman dursa mesela; koşarak binenlere sinirlense bile makinist, hışımla bastığı tuşla konuşmaya başlayan bant kaydındaki kızın yumuşak sesi ile uyarsa bizi hayat ve kapılar kapanmadan önce bir kez daha açılsa. Çaydanlık dürüstlüğünde fokurdasa insanlar, fokurdasa da kim buhar olmuş kim kalmış bilsek, sağ elimizle ensesinden tutup kaldırınca hayatımızda… Neden daha azdır mutlu anlar; mutluluk denen şey koşarak taşınmış kola misali açılsa, ortalığa saçılsa sonra da dokununca ellerimize yapışsa…

Olmaz mıydı?

Yok…

Olmadı da…

Elinde kahvesiyle yıllar sonra karşımda duruyordu.

Yaşlanmıştı biraz, derisinin altında yavaş dönen kanını temsilen damarları iyiden iyiye belli oluyordu. İyice belirginleşmişti elmacık kemikleri, göz altı torbaları uzaktan da belli oluyordu .Ve dışarı çıkmıştı sıska vücuduna nazende göbeği. Bir sonraki konuşmacı oydu. Etrafına gülümsemeye çalışıyor; gözlerini kaçırıyordu. Biliyordum! Orda olduğumdan haberdardı. Biliyordu! Ona bakıyordum.

Yıllar sonra tam da karşımda duruyordu…

Bizim öykümüzün sonuna sin yakışırdı; taktiklerle, salvolarla, yalanlarla son bulmuştu. Ben çok konuşmuştum ona göre; o çok susmuştu bence. İnsan hem konuştuklarından, hem sustuklarından sorumluydu…

Gülümsüyor, gülümsüyordu… Hiç değişmemiş diye düşündüm. Göz kapakları benim yanımda seneler öncesinde gülen gözbebeklerine sövüyor; o inatla gülümsüyordu. Ve o kadar çok değişmişti ki; -değiştikten sonra- hiç değişmemiş diye düşündüm. Hala etrafına oynuyordu.

Artık genç değildik. Hatta yarıyı epeyce geçmiş sonu bekliyorduk. Kırkımızdan sonra kırkımızdan öncesini telafi için kılı kırk yarıyorduk. Hafta da bir dostlarla dünyayı kurtarıyor, sonra dedikodu yapıp sonunda da dedikodu yapanları eleştiriyorduk.
Tam otuz yıl olmuştu. Hızlı diye kızdığım saatleri hatırlıyorum yanında. Saatler ileri alındığı zaman- aptal bir yaz uygulamasında; bir saat daha az uyuyacağım yanında diye üzülürdüm. Rahat uyusun diye kocaman yatakta küçücük köşeme büzülürdüm, hiç bilemedi. Saatlere kızardık da; şimdi otuz yıl olmuştu. Kulağımda akreple yelkovanın alaycı tik tak sesi; habersiz geçen, firmaların her yıl dağıttığı tam otuz tane takvim müsveddesi… Kulağımda alaycı tik tak sesi, bir de eskilerden kalma eskitemediğim bir sitem cümlesi... Elbet güzel günlerimizde olacak ama Allah biliyor ya; hiçbirisi bir pazar sabahı, beni uyandırsın diye yanıma bıraktığın küçük kızımızın, elini sakallarıma koyduğu hayali kadar mutlu etmeyecek bizi!
Artık genç değildik.
Bir başka sevsek; başka sevebilir miydik. Her iltifata itibar ettik. İnat ettik, beceremedik. İnandığımızın yarısı kadar dirensek becerecektik oysa…Yakındık biz olmaya, çok yakın… Olmadı, beceremedik. Yorulduk zannettik dinlenmeye ramak kala; yorulduk zannettik ilerlerken; olsa bile düşe kalka. Oysa ilerleyebiliyorsan hızın önemi yoktu; bilemedik. Belki de cesaret edemedik. Sen eğmedin başını düşmesin diye tacın; bense Can Yücel’in gazına geldim sonunda; dedim ki: Gideceksem büyük gideyim; ayrılık bile gurur duysun! Ne ayrılık gurur duydu ne Can Yücel anladı beni oysa. Yine de bir yanım hep seni bekledi uzun süre de; gelemedin… Gel bile diyemedim.
…..
Ani bi kararla yanına gittim. Kalbim kulaklarımı rahatsız edecek kadar gürültülü çarpıyordu.
-Nasılsın, dedim?
Göz ucuyla baktı, şaşırmış gibi yapacak oldu, utandı ve hemen gözlerini kaçırdı.
-İyi, dedi telaşla!
Yaşamımın en garip, en kayıp, en kontrolsüz hikayesinin kahramanıydı o. Dibine kadar mutsuzdu; oradaki herkes de bunu biliyordu. Ben ona hikayemizin ana karakteri ol demiştim de o başkalarının hikayelerine kapılıp figüran olmuştu. Bana Deborah timsali gururu; başkalarına paspas olmuştu. Sonra hayat işte deyip kapılmış akışına ve yaşı neredeyse altmışı bulmuştu. Bir de kızı olmuştu. Kızı olsun isterdi zaten. İstediği gibi sessiz sedasız bir adam bulmuştu. Pardon pardon ondan istendiği gibi. Ama yazık ki sessiz eş mutsuzluğa da sessiz kalırdı. Oysa sessiz diye babasını bile eleştirip durmuştu. Dingin bir hayat dingil bir adam…Yine de kendi yanındakilere bakmadan ona birini arayan arkadaşları da, ailesi de mutlu olmuştu. Sonuçta Epiktetos’a göre sen isteyince karga bile sana uğurdu.

-İyi, dedi… Sustu. Tekrar kaldırdı gözlerini. Eskiden öyle güzel bakardı ki; kaybolmuştu…

Donuk desem değil ama mat bakıyordu. Değişmişti elleri; belki de bana öyle geldi çünkü elleriyle başkasına dokunmuştu. Yağmurdan korkunca da o adama mı sokulmuştu?
Duymuştum, söylemiştim de önceden mutsuzdu. Geleceği görüp müdahale edemediğiniz oldu mu hiç? Kendi etmiş kendini bile bulamamış; kaybolmuştu. Oysa ki o; ben olmuştu. Ben gibi yazıyor; ben gibi kızıyor, çayı bile ben gibi demliyordu. Ben olup başkasıyla olmuştu; beni de başkasına uğurlamış. Ben mi? Bir çok kadını kıskandıracak kadar güzeldi yanımdaki de; aşk bir kereydi. Zira fotoğraf karelerine oynarsınız, çevrenize, hatta beyninize de… Ancak yaşadıklarınızdan kaçabilmek adına kentleri değil tüm coğrafyayı değiştirseniz bile, hükmedemezsin kalbinize. O hep içinizde… Başkalarının telkinleri ya da kendinizi avuttuğunuz kendi sözlerinizle öldürdükleriniz hortlamaz mı bir gün içinizde?

Yani özetle; yarım bıraktığımız hikayeyi başkaları bitirmişti… Bu da ikimizi de bitirmiş…-
 
Sen, dedi. Sen nasılsın?

Bu tablo otuz yıl önce belirmişti zaten gözümde…
Allah’tan gelene amenna. Kaderse yere iner zaten arş-ı âlâ. Ama biz kullara huşu ettik. Aptal şeyleri işaret zannettik. Hamilimiz yokken; birbirimizi olmadık şeylerle itham ettik. Sonra da herkesi iyilik meleği farz ettik, şimdi haberimiz yok birinden bile…
 
Beceremedik… Biz ne ettiysek; kendi kendimize ettik. Söyler misin bana; sabah ezanıyla uyanıp öpüyor musun yanındaki adamı acaba ve dönüyor musun patır kütür yatağa; heyecanlanıyor musun eskisi gibi; bana sarılınca ki gibi ona sarılınca da hala?

-Sen nasılsın, dedi; utana sıkıla…

Önceden anlatmayı denerken; bir şeyler ifade etmediği için sustuklarımı, şimdi de zaten zaman anlattı diye söylemeyip sustum. Ama anlayamadığım tek bir şey vardı. Otuz yıl öncede aynı soruyu sormuştum?
Sen diye hamladığım.

Elimden geleni, tırnaklarım yerinden çıkana; ellerim kanayana kadar yaptığım…
Bize bunu neden yaptın?

Yorum

Bu Habere Yorum Yaz

Yorumunuz Editörlerimiz tarafından kontrol edildikten sonra yayınlanacaktır.*